CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDAKİ DURUM
Fransız inkılâbının mahsulü olan cumhuriyet fikri, Türkiye’de Osmanlı Devleti’nin yıkılışıyla birlikte kurulan yeni devletin hükûmet şekli olarak ancak 1923 yılında benimsenmiştir. Cumhuriyetin ilânı sürecine gelinceye kadar Osmanlı toplumunun yenileşme döneminden geçtiği de hatırlanırsa Cumhuriyetin ilânı meselesini sâdece 1923 yılı Ekim ayında aniden ortaya çıkmış bir sosyo-kültürel hareket olarak değerlendirmemek gerekir. Cumhuriyetin ilânına giden yolda Osmanlı toplumunun özellikle Meşrutiyet devrinden itibaren gerek sosyal hayatında gerekse hukukî yapısında gerçekleştirdiği yenileşme hareketlerindeki dönüm noktaları unutulmamalıdır.
Cumhuriyete giden yol...
Osmanlı Devleti’nde, hükümranlık haklarının Osmanlı toplumu lehine çok cüz’î ölçüde de olsa sınırlandırılması yolundaki ilk teşebbüs Ayanlar’ın Osmanlı Padişahı ile akdettiği Sened-i İttifak’tır. Bu sözleşme ile bir takım siyasî hakların elde edilmesi ve yönetimin ilk defa zayıf da olsa sınırlandırılması mümkün olabilmiştir. 1839 yılında ilân edilen Tanzimat Fermanı ile ilk kez Osmanlı padişahının yetkileri üzerinde kanun gücünün varlığı kabul ediliyordu. Bu özelliği ile Tanzimat, hukuken bağlayıcı olup, padişahın yetkilerini sınırlamaktaydı. Ancak bu ferman anayasalı bir hareket özelliğine sahip olmayıp tek taraflı bir irade beyanından başka bir şey değildi. Tanzimat Fermanı, mutlak yetkilere sahip bir devlet başkanını dünyevî ve beşerî mânâda müeyyidesiz de olsa kendi isteği ile yetkilerini sınırlayan ve kanun üstünlüğünü ortaya çıkaran bir belge olarak demokratik gelişmelerin başlangıcı sayılabilir. Bununla birlikte aydınlarımız Tanzimat dönemini siyasî rejim bakımından mutlakıyetle millî hâkimiyet rejimi arasında bir intikal devresi olduğunu da ifâde etmektedirler.
1876 yılına gelindiğinde gerçekleştirilen I.Meşrutiyet’in ilânı, anayasalı yeni bir sistemin ortaya çıkmasını sağlamış, bu tarihten itibaren Türk siyasî hayatında anayasalı dönem başlamıştır. Bu gelişme cumhuriyete giden yolda önemli bir aşama olarak kabul edilebilir. Bu önemli gelişmeye rağmen I.Meşrutiyet Anayasası devlet şeklini monarşi dışına taşıyamamıştır. Saltanat yine babadan oğula intikal etmiş ve yine bazı müesseselere tayin padişah tarafından yapılmıştır. Hâkimiyet bu anayasaya göre millete değil, Osmanlı soyuna aitti. Ancak bilindiği gibi Osmanlı’nın devlet telâkkisinde hâkimiyetin kaynağı Tanrı’dır. Ortaya çıkan mevcut bu yeni duruma rağmen 1876 Anayasası ile Osmanlı Devleti’nin dinî telâkkilere dayalı bir devlet olma vasfını kaybettiği söylenemez. Bütün bu gelişmeler sonrasında Meşrutiyet anayasalarının Batı’lı mânâda anlam kazandıramadığı “Millî Hâkimiyet” kavramı; siyasî hayatımıza ancak Atatürk ile birlikte girmiştir.
Atatürk’ün Cumhuriyet kavramına yüklediği anlam...
Mustafa Kemal Paşa'ya göre “Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adâletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kat'i mânâsıyla Millî hâkimiyetin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bundan ötürü hürriyetin de, eşitliğin de, adâletin de dayanak noktası millî hâkimiyettir”. Atatürk, bu sözleriyle devletin sahip olduğu kuvveti ifâde ederken, bu kuvveti kendine özgü diye nitelediği anlaşılmalıdır. Gerçekten de, devleti oluşturan milletin üzerinde etkisini sürdüren kuvvet, kişi olarak hiç kimse tarafından verilmiş değildir. O, bir siyasî nüfuzdur ve devlet kavramının özünde vardır. Devlet onu halk üzerinde uygulamak ve milleti dış dünyaya ve diğer milletlere karşı savunmak yetkisine sahiptir. Bu siyasî nüfuz ve kudrete “irade” veya “hâkimiyet” denir. İşte bu anlamlarla birlikte millî hâkimiyete dayanan demokrasi ve cumhuriyeti bir devlet sistemi olarak düşünen Atatürk kendi yakın arkadaşları tarafından dahi idealist hayalperest olarak değerlendirilmişti. Hâlbuki Atatürk, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasını sağlayarak hem Millî Mücadele fikrine siyasî ve hukukî yönden destek sağlamış aynı zamanda devletin kuruluşunu gerçekleştirmiştir.
Türkiye’nin o dönemde içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal yapısından çok daha iyi durumda bulunan birçok Avrupa devleti demokrasi fikrini hatırlarına bile getiremezken; Türkiye Devleti’nin kurucusu, eğitim düzeyi düşük, düzenli bir ordusu olmayan ve iktisadî açıdan tükenmiş bir ülkede cumhuriyet rejimini kurmak konusunda kararını çok önce vermişti. Çünkü ona göre Türk milletinin tabiat ve şiârına en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir. Bununla birlikte Mustafa Kemal Paşa, millet bilincinin ve millet olma duygusunun kuvvetlenmesi ve Türk tarihinin millî bir zemine oturtulmasıyla Türk kültürünün gelişeceğine inanmaktaydı. Başarılı olunması hususunda nihâî hedefi ise daima cumhuriyet olmuştur. Çünkü ona göre Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.
Görüldüğü gibi Türk inkılâbının hemen her safhasında olduğu gibi cumhuriyet fikrinin kabul edilmesinde ve tatbikinde Mustafa Kemal Paşa’nın liderliği inkâr edilemez. Atatürk bu tarihî sürecin liderliğini yaparken cumhuriyet fikrinin onun zihninde çok erken dönemlerde ortaya çıkmasında en önemli etken Fransız İnkılâbı’dır. Etkilendiği yer ise Fransız İhtilâli fikirlerinin Osmanlı Devleti’nde tartışıldığı bir mekân olan Harbiye’dir. Onun zihninde filizlenen cumhuriyet düşüncesi harbiye yıllarından sonra daha da belirgin hâle gelecektir.
Resmî dosyasında “Cumhuriyetçidir” ibaresi olan Mustafa Kemal Paşa’nın, Meşrutiyetin ilânı ile sosyal ve siyasî hayatımızda elde edilen kazanımlarla yetinmediği ısrarla millî hâkimiyet kaynaklı bir cumhuriyet fikri üzerinde durduğu açıktır. Bu durumun en önemli delili İttihatçı kimliğinden dolayı Suriye’ye gönderildiğinde orada ki yakın arkadaşı Halil Bey’e açıkça “.......Cumhuriyet yaparız” diyecek kadar kafasında cumhuriyet fikrinin olgunlaştığı ve her fırsatta bu fikrini ifâde ettiği bilinmektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında erken dönemlerde oluşan cumhuriyet fikrine rağmen, rejimin tesisi ve ilânı 1923 yılına kadar birkaç istisnanın hâricinde tarafından açıkça ifâde edilmemiştir. Bu durum cumhuriyete giden yolda rejimi hazırlayan bütün sebeplerin örtülü bir şekilde cereyan etmesine sebep olmuştur. Ancak bu örtülü gelişmelere ve Türk siyasî hayatındaki dağınıklığa rağmen Millî Mücadele’nin ilk günlerinden itibaren demokrasinin günlük hayata hâkim olmaya başlaması mânidardır. Gerek Amasya Tamimi’nde gerekse Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde “millî hâkimiyet” fikrine atıflar yapılarak bu ana fikir, temel hedef olarak gösterilmiştir. Dönemin zarureti gereği oluşan bu tip örtülü gidişatı; Mustafa Kemal Paşa’nın ilk meclisin açılışından itibaren siyasî hayat üzerindeki tesiri ile açıklamak mümkündür. Esasında bu noktada Mustafa Kemal Paşa’nın farklı bir strateji takip etmesini akılcı bir çıkış yolu olarak mütalaa etmek gerekir. Çünkü Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları bir yandan 11 yıllık ağır savaş hâliyle Anadolu’yu işgalden kurtarmaya çalışmışlar diğer taraftan eş zamanlı olarak yeni bir devletin kuruluşunu hazırlamışlar, bütün bunların yanı sıra ilk mecliste demokratik olma çabasıyla hareket etmişlerdir. Bütün bu askerî, siyasî hâdiseleri aynı anda başarabilmek önemli bir meziyet olarak kabul edilmelidir. Üstelik sosyal açıdan düşünüldüğünde “Türkleri yeni baştan Türkleştiren” bir değişimin yakalanmış ve bu değişim “Cumhuriyet”le taçlandırılmıştır.
Yukarıdaki ifâdelerden de anlaşılacağı gibi yakın tarihimizde cumhuriyet rejimine geçiş, kademeli olarak tezahür etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele hareketini ve onu temsil eden Büyük Millet Meclisi’nin bütünlüğünü bozmamak amacıyla cumhuriyet idâresiyle ilgili fikirlerini o günlerde açık bir şekilde telaffuz etmemiş, Meclis’teki değişik grupları Misâk-ı Millî çerçevesinde birleştirmeye çalışmış ve bu amaçla şeklen de olsa bazı tavizler vermeye mecbur olmuştur. Bu tavizlere rağmen Cumhuriyet rejiminin, Millî Mücadele döneminde ülke çapında prestij kazanan bir avuç kahramanın kararlı tutumları sonucunda kurulduğunu da ifâde etmemiz gerekir. Bu noktada Cumhuriyet rejiminin ülkemizde tatbik edilmesi meselesini en üst seviyede düşünen kişinin Mustafa Kemal Atatürk olduğu aşikârdır. Bununla birlikte Meşrutiyet ve Mütareke yıllarında Mustafa Kemal Paşa’nın zihninde şekillenen cumhuriyet fikrinin kendisine ait bir orijinalitesinin olduğunu da göz ardı etmemek tarihî bir hakikatin ifâdesinden başka bir şey değildir.
Saltanat ile Cumhuriyet arasında sıkışan Türk aydını...
Türkiye’de 1922 yılında saltanatın ve 1924 yılında hilâfetin kaldırılması, Mustafa Kemal Paşa’nın Millî Mücadele döneminde savunduğu “saltanat ve hilâfet mevcutlu devlet anlayışı”ndan ayrıldığının önemli bir ifâdesidir. Halifeliğin kaldırılması, rejimin demokratik anlamdaki tekâmülü açısından önemli bir siyasî gelişme olmakla birlikte Türk milleti için kültürel ve tarihî mânâları da ifâde etmektedir. 19. yüzyılın başlarından itibaren süregelen yenilikçi-muhafazakâr çatışması, hilâfetin ilgası sonucu yenilikçilerin başarısı olarak yorumlanmış; bu olaydan sonra Türkiye’de Batılı mânâda gelişmesi istenen modernleşme hareketinin önünün açıldığı düşünülmüştür.
Cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle ortaya çıkan yenilikçi-muhafazakâr çatışması, Cumhuriyet’in ilânından bu yana geçen süreçte millet olarak tarihimiz ve kültürümüzle bir türlü barışamayacağımızın habercisi olmuştur. Türk kültür ve tarihi, hep siyasetin veya siyasî düşüncenin bir boyutu olarak ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Türk aydınlarının tarihe bakışları ve ele alışları ekseriyetle tarafsız olmamış; objektif değerlendirmelerde maharet gösterememişlerdir. Ne yazık ki, bu eksiklik daha çok saltanattan cumhuriyete geçiş sürecini temsil eden Osmanlı tarihi için geçerlidir. Cumhuriyet’in daha doğrusu Atatürk ve inkılâplarının Osmanlı Devleti bâkiyesi ile örtüşüp örtüşmediğinden tutun da Osmanlı Devleti’nin bir Türk devleti olup olmadığına, Osmanlı’nın Türk Devleti olarak telâkki edilmesi durumunda bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin büyük sıkıntılara düşeceğine kadar bir çok meselede zihinlerde fevkalâde yanlış telâkkiler oluşmuştur. Hatta bu telâkkiler bugün milletler arası boyutta yaşanan millî meselelerinin kaynağının Osmanlı’da olduğu iddialarına kadar varmakta, Osmanlı’nın adetâ Türk milletinin alnına kara bir leke şeklinde vurulduğu saplantısından da öteye gitmektedir.
Osmanlıyı hâlâ yaşayan bir potansiyel tehlike gibi göstererek Türk tarih ve kültürüne saldırı aracı olarak kullanılması fevkalâde üzücüdür. Aynı şekilde Osmanlıyı savunuyor görünerek Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlığını kusan gayri millî ve dinî akımlara karşı gerekli tedbirlerin alınamaması büyük bir ihmâldir. Günümüzde “Türkiyelilik” veya “İkinci Cumhuriyet” gibi söylemlerle yapılmak istenenlerin bunlardan farklı olmadığı kanaatindeyiz. Her iki ifâde biçiminin de çıkış noktasında azınlık psikolojisinin yer aldığı ve etnik problemlerin rol oynadığı açıktır. O hâlde aydınlarımız hâlâ Osmanlı ile Cumhuriyet arasında sıkışıp kalmak yerine Türk kültürü içindeki bütün değerlere her platformda sahip çıkarak savunmak onların hayatî görevi olmalıdır. Ülkemizin aydınları Türk tarihini ve kültürünü, bir hafıza olarak muhafaza etmek ve günümüzde yaşananları onun süzgecinden geçirmek zorundadırlar. Bu zorunluluk, devlet ve millet olarak var olmanın şartı, “tarih şuurunun” bir gereğidir.
Son dönemde Osmanlı Devleti’nin başını ağrıtmış pek çok meselenin bugün de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sıkıntıları olarak devam ettiği doğrudur. Ancak Türkiye’nin karşılaştığı bu sıkıntılar, ne yalnızca son Osmanlı’nın ne de seksen yıllık Cumhuriyet Tarihi’mizin ürünü olmasa gerektir. Buna rağmen bazı aydınlar arasında Osmanlı’ya ait kurumları kabullenmemek hatta yok saymak gibi bir arazın yaygın hâle geldiği görülmektedir. Unutulmamalıdır ki her sosyal yapı kendinden önceki sosyal yapının mirasçısıdır. Bugün sahip olduğumuz iktisadî, siyasî ve kültürel bir çok özelliğimiz Osmanlı’nın bıraktığı kültür mirasının eseridir. Bu güne kadar ifâde edilen ve sanılanın aksine; Osmanlı Devleti’nin dünya tarihindeki yeri şerefli ve onurludur. Osmanlı ile Türk özdeşleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de Osmanlı Devleti’nin antitezi değildir. Osmanlı’nın kendisi olduğumuz gerçeğini reddetmek, bizi geçmişinden utanan bir millet çizgisine getirebilir ki bu görüş, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran fikre temelden aykırıdır. Ayrıca geçmişte milletlerin yok olmasıyla âlâkalı bir çok tarihî hakikati idrak edemediğimiz anlamına gelir. Bunun yanı sıra Osmanlı Tarihi anlatılırken Türk devlet geleneği, Türkler’in devlet ve millet anlayışı, devletin millet için var olduğu hakikatini ve ayrıca adâletin, hoşgörünün, huzurun ve refahın halka yani millete sunulmaya çalışıldığı bir yönetim anlayışının Türk devletlerinde daima varolduğu rahatlıkla ifâde edilebilmelidir. Millî Mücadeleyi canlandıran ruhun, Osmanlı tedrisinden geçmiş kahramanlar tarafından tesis edilen “Kuva-yı Millîye Ruhu” olduğu göz ardı edilmemelidir. En önemlisi Osmanlı Hükûmeti ile Anadolu’daki meclisin siyasî devamlılık anlamında birbirlerinin zıttı değil Türk milletini yaşatma adına iki farklı yol olduğu öğretilmelidir. Türkiye’nin çağdaşlaşma hamlesinin aşağı yukarı üç asırdır var olan bir vâkıa olduğu gözler önüne serilmeli, ancak bu hususta Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı inkılâpların bu zeminin üzerine bina edilen basamakların en önemlisi olduğu vurgulanmalıdır.
Bugünkü devlet şeklimiz olan Cumhuriyet, Misak-ı Millî ile çizilen millî sınırların üzerinde “Millî Devlet” anlayışını, “millet ve devlet birliği”ni ve “bütünlüğü”nü temsil eder. Anadolu Türkü bu temsil hakkını gerçekleştirdiği direniş hareketiyle elde etmiş, bin yıllık mâzisi olan Türk Yurdu’nun sınırlarını kanla çizmiş, millet-devlet olmanın bedelini ödeyerek, “temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti”ni kurmuştur.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte kimlik meselesi...
Osmanlı’nın çöküşüyle devletin aslî unsuru olan Türkler’de kimlik bunalımının ortaya çıkması arasında paralellik bulunmaktadır. Türk kimliği meselesinin yavaş yavaş aydınları meşgul etmeye başlaması daha ziyade Tanzimat Fermanı’nın ilânıyla başlar. Türk aydını Tanzimat’tan bu tarafa aşağı yukarı yüz elli yıl boyunca kimlik bunalımı meselesine yeni çözümler aramıştır. Ortaya konan alternatif kimlikler ise; Osmanlılık, Türkçülük, Anadoluculuk, İnkılâpçılık, Çağdaşlık, Cumhuriyetçilik, Turancılık, Demokratlık, Batıcılık, İslâmcılık, Lâiklik ve buna benzer başlıklar olmuştur.
Çok milletli bir devlet olan Osmanlı; Müslümanlık üzerine kurulu olan Türk kimliği, tek bir milletin hususiyetleri yerine, diğer milletlerle müşterek olan değerler üzerinde yükselmişti. Ancak modernleşme sürecinin baskısı ve Osmanlı Devleti’nin bu sürece karşı gösterdiği kayıtsızlık sebebiyle Türkler dışında gelişen milliyetçilik hareketleri, güçlenerek tek müşterek olan “din”in eski fonksiyonunu Osmanlı toplumunda varlık temeli açısından yitirmesine yol açmıştır.
Bu dönem, “İslâm kimliği”nden “Türk kimliğine” geçiş tarihini ihtiva etmesi bakımından önemlidir. Bu geçişte Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve hâkim ideoloji hâline gelmesi doğaldır. Ancak Türk milliyetçiliğinin ilk biçimi olan “Türkçülük” akımı, Türkler’e karşı önyargılarla dolu bir ortamda geliştiği için daima, kendisini uygarlık tarihinde Türkler’in, İslâmlık dışında da mevcut olduğunu kanıtlamak zorunda hissetmiştir.
Siyasî varlığını yaklaşık bin yıldır İslâm esasına dayandıran bir geleneğin yıkılmasının ardından Cumhuriyet’in kurucuları, çâreyi yeni devletin, yeni kimliğini Türk milletinin bizzat kendi kültürüne dayandırmanın en isabetli yol olacağına karar vermişlerdi. Temel düstur olarak benimsenen “.....hâkimiyet, kayıtsız şartsız milletindir” ifâdesiyle Türk toplumunun, cumhuriyetçi nitelikleri önplâna çıkarılmıştır. Dana da önemlisi hâkimiyet anlayışının tek bir temel esasa değil, dil, din, kültür, tarih vb. hemen her konuda müşterekleri olan bir millete dayandığı vurgulanmıştır. Bu noktada ortaya konan millet anlayışı, sâdece bir “ırk”tan oluşan topluluk değil, aksine tarihî geleneklerin ve köklü bir kültürün mensubu olan büyük bir cemiyet olarak kabullenilmiştir.
Türk kimliğinin oluşum sürecinde Cumhuriyet’in kurucuları, Türk kimliğini “kültürel aidiyete” ve “yurttaşlık mensubiyetine” dayanan bir muhtevaya sahip olarak mütalaa etmişlerdir. Bu özelliği itibariyle Türk kimliği, siyasî sınırları dahilindeki bütün farklı kesimleri kapsayıcı ve bütünleşmeyi sağlamaya yönelik bir şekilde düşünülmelidir. Türk kimliğinin sahip olduğu böyle bir bütünleşme gücüne rağmen “Türkiyelilik” gibi tamamen milliyetsiz bir kavramın hangi sebep ve ihtiyaçtan ortaya çıktığının açıklanması gerekir. Bugün “Türkiyelilik” kimliğinin bir ihtiyaç ve gereklilik olduğunu savunanların Mütareke günlerinde ki mandacı zihniyetin halefleri olduğunu görebilmek zor olmasa gerektir. Üstelik bu devşirme zihniyetin Türk kimliğine karşı tavır alarak ve bu kimlikten dışlandıklarına inanarak farklı bir kimlik altında mücadeleye girişmeleri Türk milletinin makûs talihinin yaşandığı dönemleri hatırlatması bakımından üzücüdür.
Sonuç
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde yaşanan sıkıntılardan istifade etmeye çalışan ve Batı’dan iktibas ettikleri birkaç bilgiyle donanmış bazı aydınlar, millî bir devlet meydana getirme hususunda İslâm’ı başlıca engel olarak görmüşlerdir. Hâlbuki o dönemde Cumhuriyet, sanılanın aksine İslâm’ı terk etmek sûretiyle başka bir dine intisap etme niyetinde olmamıştır. Çünkü bu süreçte Cumhuriyet’in istediği hem modern hem de Türk olan İslâm dininden başka bir şey değildi.
Bütün bunlara rağmen seksen yıllık Cumhuriyet kendi insanını hiçbir dönemde etnik farklılığı sebebiyle sosyal ve siyasî hayatından dışlamamıştır. Türk toplumu “ırk” mefhumu üzerine değil, “millet” mefhumu üzerine kuruludur. Cumhuriyet’in kuruluşunda rejime kimlik kazandıran ve anlam yükleyen aydınlardan biri olan M. Kemal Paşa da bu şuurla hareket ederek “Ne mutlu Türk olana” yerine “Ne mutlu Türküm diyene” lafzı ile çıkış noktasını göstermiştir. Dolayısıyla Cumhuriyet’i kuranların kafalarındaki millet mefhumu, bu ülkenin yurttaşlarının hiçbir ayrım yapılmadan bütünüdür ve söz konusu olan bu millet, hâkimiyetin yegâne sahibidir. Birtakım ideolojik saplantılardan yola çıkılarak, Türk kimliğini tartışmak ve bütüncü yönünün dumura uğradığını söylemek seksen yıl önce tesis edilen yeni devleti anlayamamak hatta kabullenememek anlamına gelir.
Maksatlı bir şekilde, zenginlik olarak kabul edilmesi gereken, milletin bünyesindeki her farklılığı abartarak yansıtanlar ve bu farklılıklardan yola çıkarak etnik bölücülük yapanlar, bizatihi ırkçı olanlardır. Bu anlamda düşünüldüğünde “Türkiyelilik” kavramını dillendirenler ve kendilerinin Türk milletinden farklı olduklarını vurgulayarak etnik farklılıkları kurcalayanlar, bütün hayatlarını ve siyasetlerini etnik farklılık üzerine kuranlardır. Bugün bazı yarım kafalı sözde aydınların yazılarında Cumhuriyet’in ilk yıllarında “ırkçılığın devletin resmî ideolojisi hâline geldiğini” ima etmeleri, Türk kimliğinin sıkıntılı olduğu iddiasını ispata yöneliktir. Bu tür iddialarla yapılmak istenen ise Cumhuriyetin sahip olduğu kimliği problemli göstererek, Türk kimliğinin bütüncü yönünü gizlemek ve inkâr etmektir. Ülkemizdeki oportünistler, kozmopolitler ve etnik bölücüler Türk kimliğinden rahatsız diye, “Türkiyelilik” adıyla yeni bir kimlik ihdas etmeye çalışmak yeni Türk devletini ve Cumhuriyeti kuran “Kuva-yı Milliye Ruhu”nu reddetmek anlamına gelir. Bugün Türkiye’de soy ve kültür bakımından çatısı altında toplanılacak bir ve tek kimlik olarak Türk kimliği ve bu kimliğe bağlı bir siyasî yapılanma yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti mevcuttur.
Performans Ödevi Kapakları
Beğendiğiniz Ödev Kapaklarını resimlerin altlarındaki İNDİR 'e tıklayarak bilgisayarınıza indirebilirsiniz. İndirdiğiniz word sayfalarında gerekli değişiklikleri yapıp, renkli çıktılarını alarak ödevlerinizde kullanabilirsiniz... İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR . İNDİR İNDİR (alıntıdır)
0 Yorumlar