Hayvan ve Insan Kopyalama
Organ nakli, dogum kontrolü, büyük ameliyatlar derken genetikçiler, hayvan kopyamayi da basardi. Iskoçya’da Ian Wilmut, Dolly adini verdigi kuzuyu kopyaladi. Sonra Hawai’de fare, Kore’de inek, Iskoçya’da domuz kopyalandi.Güney Kore de türü azalan bir kaplan türünü kopyalamaya hazirlaniyor “
Bizim (biyologlarin), hapsedilme tehditini de içeren sayisiz ve kesin kuralla dizginlenmesi gereken büyük isadamlari oldugumuz söylenir. Tüm bunlar genlerimizi olusturan DNA’nin olasi en kötü seyleri kiskirtabileceginin düsünülmesi nedeniyledir. Bu tamamen aptalca; çevremizde beni, DNA’dan daha az ürküten baska bir öge düsünemiyorum.” James Watson, 1977
Uyari profesyonellerinin genetekçilerin ugursuz güçlerini lanetlemeleri için, 1970'li yillarin basinda, biyologlarin, DNA rekombinasyon tekniklerini olusturarak laboratuvarlarinda dogayi taklit edebileceklerini kesfetmeleri ve böylece moleküler biyolojiyi kuramsal gettosondan çikarmalari yetti. Bilimi, özellikle de insanin bilinmesiyle ilgili oldugunda, seytanlastirmaya çalisan insanlara daima rastlanir.
On bes yildir, genetikçilerin uluslarasi küçük toplulugu, bilimsel perhiz, sakinimlilik, otosansür, kendini sinirlama, erteleme, yani kisacasi, Watson’in bu bölümün epigrafi olan sözlerini kendisinden aldigim, rasyonalizmin canlandiricisi Fransiz filozof Pierre- Andre Taguieff’in güzel bir biçimde söyledigi gibi, arastirmalarin gönüllü olarak kesilmesini buyuran bir entellektüel baskiyla karsi karsiyadir.Taguieff’in dedigi gibi: Fransiz usulü bilim karsiti vahiycilik, birçok açidan, 60'li yillarin sonunda ABD’de baslatilan büyük “acemi büyücü” avinin küçük ve gecikmis bir yansimasindan baska bir sey degildir.
Belki gecikmis yansima; ama su son yillarda Avrupa’da, simdi de bizi yüzyil sonu korkularimizdan kurtarmaya yazgili, ahlaki uzmanligini tuhaf bir biçimde biyoloji ve tisbba bakmis tüm bu “etik komiteler”i-de Gaulle’ün deyimiyle bu yeni tür “ivir zivir”i- yaratan, bu gecikmis yansimadir.Sirasi gelmisken, tüm sanayilesmis ülklerin bilimsel bütçelerinin çok büyük bölümünü yutan nükleer ve askeri arastirmalar gibi diger gerçek tehlike ve sapmalar konusunda bu komiteleree danismayi düsünen var mi? Oysa bana, insanligin gen sagaltimindan çok askeri elektronikten kaygi duymasi gerekirmis gibi geliyor.
Hiç süphesiz, bilimin seytanlastirilmasindaki bu yeni akim amacina ulasamiyor; perhize çagri, dogum kontrolünde oldugu gibi bilimsel kontrol için de zavalli bir yöntemdir.Ama gelinb de, Taguieff’in terimleriyle, yalnizca kuskunun mantigina boyun egen, kaygan zeminden baska kanit tanimayan ve sapmalari önleme adina, mutlak tutuculugun biyoloji sapagina, hatta bilimin totaliter denetimine dogru bizzat sapan yeni lanetçilere laf anlatin.
Biyolojideki ilerlemeler ve insanin kendi üzerinde edindigi yeni olanaklar, ahlakçilarin hayal güçlerini her zaman çalistirmistir. Bazilari bizi, gelecegin doktor Frankenstayn’larinin korkunç bir “biyokrasi”si olarak betimlemekten çekinmiyorlar. Sanki gerçek bir saygisizlik olanagi varmis gibi, bizi “insan genomuna ve bütünlügüne saygi”nin kutsal ilkesiyle tehdit ediyorlar. Böysle bir yaklasim, bu alandaki ilk sorumsuzun bir takim kopyalama hatalari yapmadigi, onlarsiz biyolojik evrimin asla olamayacagi “mutasyonlar”a basvurmadigi zamanlar, her döllenmede her zaman farkli yerni bir varlik olusturan ve “ufak tefek düzeltmeler”le yetinen doga oldugunu unutmak demektir.
Ayrica, ayni zamanda hekim de olan bir baska filozofun, François Dagognet’nin söyledigi gibi, bizim genetik konusundaki kaygimiz, temmodel olarak, türün üreme engeline takildigi hayvanlara gönderimde bulunmak gibi bir dar görüslülügü yansitmaktadir. Ama bakis tarzi, karisma ve melezlesmenin sikça görülen fenomenler haline geldigi bitkisel alan da dahil, canlilarin bütününe dogru genisletildiginde söz konusu tabu ortadan kalkmaktadir. Ve nedeni bellidir: çok eski zamanlardan beri insanlar, bitki türleri üzerinde kasitli degistirmeler uyguladilar. Insanin canliya iliskin mantigi bu yolla sarsildi.
Ve sonra, canlinin dogal düzenini kutsallastirmak niye? Biyolojik yönden, programlanmis olmamaya programlanmis insan, niçin basarisizliklari da dahil olmak üzere, genetik lotarya karsisinda diz çökmek ve ona saygi göstermek zorunda olacaktir ki? Genetik kalitimiza egemen olmak hiç süphe yok ki, insanin evriminde yeni bir evreyi isaretleyecektir; buna dönecegim. Bu evrimi bir kabusmusçasina tasarlamak zorunda degiliz.
Insan genomunun bilinmesiyle ortaya çikan kaygilar su soruyla özetlenelir:
-Simdilik bize yalnizca hastalarin iyimlestirilmesinin söz konusu oldugunu söylüyorsunuz. Çok iyi. Buna karsi çikmak zor. Ama, siz genetikçilerin az ya da çok yakin bir gelecekte, insani kendi karariniza göre dönüstürme erkine, cüce ya da devlerden, güçlü ya da zayiflardan, üstün zekali ya da ilkel kölelerden olusacak “irklar” yaratma erkine sahip olmayacaginizi bize kim garanti ediyor? Megalomaniniz ya da ittakarliginiz sonucu, davranis genlerimizle, hatta zeka genlerimizle “oynama” egilimi duymayacaginizi bize kim söylüyor? Simdiden “gen nakledilmis” fareler yapiyorsunuz, “gen nakledilmis insan” cehennemi ne zaman?
Bu kaygilar, insanin genetik kalitina iliskin olarak geri, kolayci ve biyolojik bilgiye dayanmayan bir bakisi yansitir. Son yirlmi bes yildir moleküler biyolojinin gelisimi, bize genetik rekombinasyon mekanizmalarinin ve genlerin disavurumunun iki seyi güvence altina aldigini ögretti: insanin sonsuz çesitliligi ve insan fenotipinin(Dip not:Fenotip, bireyin gelisimi sirasinda ve çevresel etkenlerin denetimi altinda genotipinin-gen kalitinin- gerçeklesmesine uyan belirgin vasiflarinin bütünüdür) bozulamayacak karmasikligi.
Bu iki biyolojik gerçekten bir parçacik haberdarn olan herkes, Jim Watson gibi, hiçbir seyin üzerinde çalistigimiz o molekülden, yani DNA’dan daha az ürkütücü olmadigi ve bunda yeni bir Pandora kutusu(Dip not: Yunan mitolojsinin güzel Pandora’si. Prometheus’un tanri katindan çaldigi atesi getirdigi insanlari cezalandirmak için dünyaya gönderilmisti. tanrilar Pandora’ya içinde bütün kötülüklerin bulundugu bir kutu emanet etmisti. Merakini yenemeyen Pandora kutuyu açti ve böylece tüm kötülükler dünyaya yayildi. Biraz da aciyarak, bilimin bu yeni engizisyoncularinin kafalarinin da evrensel ilk günah mitosu tarafindan kurcalandigini düsünüyorum!) görmenin gülünç olacagi sonucuna varacaktir.(236-238)
Karmasik tahrip edilebilir; ama onu kolaylastirmak, onunla “oynamak “, onu azaltmak istemek hiç de gerçekçi degildir. Insanligin genetik olarak tekbiçimlilestirilmesi fantezisi bir tür biyolojik anlamsizliktir.Bunu istesek bile yapamazdik.
Insanlik, genetik yasalari kendi yararina kullanabilir, kullanabilecektir; ama onlari degistiremeyecektir. Animsatmak gerekir mi; dönemin yaygin yinelemesine uygun biçimde, “bir üstün irk”in ayiklanmasi yoluyla türün iyilesktirilmesi anlamindaki Nazi tipi öjenizm, tam bir fiyasko olmustur.Psikopat diktatörün sanrilari, genetigin bilgisine hiçbir sey borçlu degildi. Bu sanrilar, toplama kamplari ve gaz odalari araciligiyla girisilen bir soykurumun sözümona bilimsel dogrulanisindan baska bir sey degildi.
Ekonomik bunalim ve milliytçiliklerle her türlü karanlikçilarin tirmanis dönemlerinde, irkçi ve totaliter tüm ideolojik hortlamalari bikip usanmadan ifsa etmek, entellektüellerin ve bilimcilerin görevidir. Ama geçmisin vahseti gelecegin açilimlari karsisinda bizi dehsetten donakalmis bir halde birakmamali, tabu haline gelmis sözcükler araciligiyla hedefimizi sasirtmamalidir...
En son tibbi tekniklere basvurarak agir hastaliklari olmayan bir çocuga sahip olmak, gebeligi önleyebilmek, çocuk düsürme hakki, yani iyi anlasilmiys öjenizm, kuskusuz bireyin tümüyle özgür seçimiyle uygulandiginda iyi bir seydir. Biz zengin ülke topluluklarinin bu tartismalari, bizim kendi ülkelerimizde yararlandigimiz dogum kontrol sisteminin olanaklarina ulasmaya çamlisan yoksul ülkelerin kadin ve erkeklerine oldukça sasirtici gelebilecektir...
Gerçekte, totaliter rejimlerin normallestirici fantezilerin çok ötesinde, yüzyilin bu son çeyreginde biyoloji, insan düsüncesini çesitlilik ve karmasikligin mantigina alistirmak için hiç süphesiz en fazla ugrasmis olan bilimdir.
Kendimi gelecegin ahlaki sorunlarini çözmek için hiçbir sekilde yetkin görmüyorum. Ben daha çok, gelecek kusaklarin neyi kabul edilebilir ya da edilemez sayacaklarini bulmek için o kusaklarin kendilerine güvenme egilimindeyim. Ahlakin kendi degismezleri vardir; ama bunlar, bilim ve bilgiyle birlikte evrimlesirler. Bugün bilgisizlikle kendimize yasakladigilmiz seylere, belki de yarin, daha iyi bir bilmenin isiginda izin verecegiz. Okuru rahatlatir mi bilmem; ama genetigin yasalarina egemen olmanin kaygilanacak fazla bir yani bulunmadigini, buna karsilik umut verecek çok yani oldugunu bana düsündüren nedenleri, burada gözden geçirmek isterim.
Çesitliligin Genetigi
Buraya kadar patolojilere yol açan mutasyonlari, genomun oyunbozanlik rolünü üstlenenleri gördük. Gerçekten de genom programinin en acil hedefi, bizi genetik hastaliklara karsi silahlandirmaktidr. Ama uzun dönemli hedefi daha temellidir ve biyolojik düzenlenisimizin bütününü daha iyi anlamayi amaçliyor.
kusaklar boyu biriken mutasyonlarin hepsi (bu ortalama olarak her 300 bazda bir degisiklik noktasi, yani genomun bütününde yaklasik on milyon polimorf nokta eder) hastaliklara yol açmaz. Çok sükür. Kalitimla aktarilan bu mutasyonlarin büyük çogunlugunun hiçbir kötü sonucu yoktur.(Ek Not:Genomun 3 milyar bazi arasindan, ortalama olarak 300 bazdan biri insandan insana degisir. Bunlar mutasyon noktalaridir.Bu noktalirn herbirinde baz “degisir”; ama yine de, genetik alfabenin yalnizca dört harfi oldugundan, seçim yalnizca dört olasilik arasinda yapilir: A,T,C,G. Örnegin A harfi yerinde bir T, bir C, ya da bir G olacaktir. Her bir degisiklik bölgesi için, topluluk içinde en fazla yalnizca dört allel vardir..s:291)
Öncelikle, mutasyohlardan çogu basit bir istatistik olgu sonucu genomun kodlayici olmayan bölgelerini (DNA’nin yüzde 90'nindan fazlasi) etkiledikleri ve uslu uslu sessiz kaldiklari için: gözlemlenbildigi üzere fenotipte kendilerini disa vurmazlar. Sonra da bu kez asil genlere (protein kodlayan, DNA dizilerinden yaklasik yüzde 10'una) düskün mutasyonlarin çogu “nötr” olduklari için... Ya ana babanin alleliyle kodlanan proteinlerle ayni isleve sahip “es anlamli” bir protein kodlayan geni degisime ugratirlar. Ya da organizmanin düzgün isleyisinde bir degisiklik yapmaksizin, yalnizca insanlarin çesitliligine yol açan farkli proteinleri kodlarlar.
En sonunda, geriye genomu bozan mutasyonlar kalir. Yüz bin genimizi etkileyen yaklasik bir milyon mutasyon noktasi oldugu varsayilabilirken, tek ya da çok etkenli, yaklasik üç bin genetik hazstalik saptanmistir. Mutasyonlarin çesitlendirici rollerinin, bozucu rollerinden daha agir bastigi görülüyor.
Bozuk kabul edilen genlerin sayisi hesaplanmak istenirse, kafanizda genlerimizin bir milyon ya da yalnizca 997 000 polimorf noktasini gönlünüzce birlestirmeye çalisin [Dip not: Bu sayilari yalnizca büyüklügü göstermek için veriyorum. Gerçekte her genetik hastalik ille de bir nokta mutasyonuna denk gelmez;ama bir mutasyonlar biyesiminin ya da kromozomlarin rekombinasyonu sirasinda ortaya çikan kazalirin sonucu da olabilir.)Genetik rulet düsleyemeyecegimiz kadar çok fazla sayida bireysel bilesim saglar. Biz, su ya da bu deri rengi ya da baska bir yapisal özelligi saglayan on kadar özel allele ayricalik tanimak isteseydik bile geriye kalan milyonlarca allel sonsuz çesitliligi güvenceye almaya yetecekti. Insan türünü tekbiçimlilestirmek hiç de kolay degildir. En fazlasi ve biraz kötü bir sansla, bazi çekinik hastaliklari kolaylastirmayi basaracaktik ki, bu da esasen, çok sinirla bir topluluk içinde kusaklar boyu uygulanan her endogamide ortaya çikan bir seydir ve degiskenligin, potansiyel mozayikligi de diyebilecegimiz genel kaynagina gerçek bir zarar vermez.
Bireysel degisiklikle her türlü genetik akil yürütmenin baslangiç noktasidir.Bu temel gözlem verisi Darwin’in ilk esin kaynag oldu; bu veri olmaksizin onun dogal ayiklanma kuraminin hiçbir anlaminin olmayacagi çogu kez unutulur.”En uygun olanin ayiklanmasiW”na gelince, türün ortamin sonsuz çesitliligine uyum saglamasina izin vermesi nedeniyle, Darwin’den sonra ileri sürüldügünün tersine, çok daha az tekbiçimlilestiricidir.
Evet, biz farkli olmaya mecburuz! Birkaç saniye için (daha fazlasina dayanilmaz) tamamen özdes varliklarla dolu bir dünya düslemeye çalisalim!
Rahatlayalim. Böyle bir olasilik, bir biyolojik olanaksizliktir. Sonuçta kendimizi paylamaya, farklilik “hakki”mizi ileri sürmeye, bizi sagduyuya zorlamasi için tüm etik kaynaklari harekete geçirmeye hiç gerek yok.
Hosumuza gitsin ya da gitmesin, her birimiz insan türünü ayni büyük izlegi üzerindeki farkli birer degisikligiz. Su son yirmi otuz yillik biyolojik arastirmanin en sasirtici kesiflerinden biri (60'li yillarda Jean Dausset’nin öncülügünü yaptigi HLA sisteminin aydinlatilmasiyla), yalnizca protein düzeyinde degil, genlerimiz düzeyinde de söz konusu oldugu anlasilan bu olaganüstü insani polimorfizmdir. Mutasyonlar ve DNA rekombinasyonlari bizim en iyi korumalarimiz, normallesitici heveslerimizin karsisindaki en etkili engellerdir. Farkliliga ve dolaysiyla bireye saygi içinde özgürlük, bundan böyle bir hümanist talepten daha fazla bir seydir: hakliligini genlerimizde bulmustur.
Genetik kalitimizin olaganüstü degiskenliginin kesfi, yalnizca irk kavramini degil, türe özgü temel özellikler disindaki biyolojik “norm” kavramini da sonsuza kadar yikti.
Leonardo da Vinci güzelligin ölçütü olacak bir altin sayi bulunduguna inaniyordu. Çabalarina ragmen onu asla bulamadi.Çok mükemmel bir nedenden dolayi: ideal norm, bizim basitlmestirici zihnimizce yaratilmis bir soyutlamadan baska bir sey degildir. Mükemmellik gibi güzellige atfettigimiz kurallar da bir kültürden digerine, bir dönemden digerine, hatta bir bireyden digerine göre degisir. Insanin özdes baskisi yoktur! Kuskusuz, evrim her yeni türe ait yeni islevlerin ortaya çikmasina katkida bulunur. Ama her türün ne bir ana öbegi ne de modeli vardir. Büyük evrim kuramcilarindan biri olan Theeodosius Dobzansky’nin yazdigi gibi, genetik kosullanma yalnizca, tek bir insan dogasi degil, ama insan dogalari oldugu anlamina gelir . Norm, norm olmamasidir.
Bu biyolojik gerçek, evrimin mantigini dile getirmekten baska bir sey yapmaz.(S:243)
Farklilik, türün devami için zorunludur. Ögrencilerimle beraberken daima su düsüncenin üzerinde dururum: hepimiz farkli oldugu için hala buradayiz. Aksi halde, ne iz ne de ben olacaktik. Burada olmami, benim gibi olmamis (bugün de benim gibi olmayan ), ama belki de benim bizzat dayanamayacak oldugum bir saldiridan sag kalabilmis olan ötekine borçluyum.
Dogada saf soy yoktur. Olsaydi, hayatta kalamazdi. Laboratuvarda üretilenler, iste hücreler, ister drosofiller (sirke sinegi) ya da beyaz fareler söz konusu olsun, özgürlügün bedelini hemen yasamlariyla öderler. Eger sivri sinekler farkli böcekölrüncülerine karsi seytansi bir direnç gösteriyorlarsa, bu onlarin genetik polimorfizmlerinin her defasinda bazilarinin kendilerini kurtarmalarini, sonra da gelecek yok edici bombardimana kadar büyüyüp çogalmalarini saglamasi nedeniyledir.Gelecek, dirençli azinliklarda, marjinallerde ve uyum göstermeyenlerdedir! Buna göre, insan sivri sinakten daha az polimorf degildir. Yoksa, dünyanin bizzat yaratmis oldugu çetrefil karmasikliklarina nasil uyum saglardi?
Bu polimorfizm, elli bin ya da yüz bin yil önce homo sapiens ’in ilk marifetleri döneminde oldugu gibi, bugün için de dogrudur. küçük avci-toplayici gruplar neden yasamlarini sürdürebildiler? Tüm erkeklerav için uygun bacaklara ve gözlere, tüm kadinlar yenebilecek ot ve taneleri kesin olarak tanima yetenegine ve hep birlikte atesi ya da barutu yeniden icat etme becerisine sahip olmalari nedeniyle mi? Tam olarak böyle degil. Bunu iyi biliyoruz.
Her insan grubu, tipki bugünkü gibi, miyoplarina, artiritlilerine, keskin gözlülerine ya da kosu sampiyonlarina; yavas düsünenlerine, hizli düsünenlerine, liderlerine ve diplomatlarina, melankoliklerine ve neselilerine, sanatçilarina ve eylem adamlarina, serserilerine ve ahlak hocalarina vb.. sahipti. kisacasi her türden ve özellikle de her konumdan insanlar bulunuyordu.
Dönemin küçük sürüleri, en azindan benim gibi Roy Lewis’in olaganüstü romani Babami Niçin Yedim’ e inanirsaniz, muhtemelen kendi “tutucular”ina ve “ilerlemeciler”ine bile sahipti. Onlarin da, vanya dayi gibi, toplanma çigligi(s:244) “Agaçlara Dönüs!” olan kendi tepkicileri ve baba Edouard gibi atesi icat edip çayirlari yaktiktan sonra, “Olanaklar olaganüstü !” diye haykirmaktarn geri durmayan dirençli icatçilari vardi.
Tarihöncesine dair çalakalem yazilmis bu gülünç yapitta bilerek basvurulmus anakronik ögelerin ardinda, yazarin derin bir antropolojik gerçeklige parak bastigina inaniyorum.Hiç süphe yok ki, yazarin kendilerine atfettigi bilgece dilin ötesinde, ilkel (ve yine de biyolojik olarak bizim kadar ya da az farkla evrimlesmis) insanlar, Roy Lewis’in yeniden kesfettigi gibi, bugün bizi bölen davranislarimizi aratmayan farklilik ve incelikteki davranislariyla insani entrika ve gülünçlüklere sahip bir çesitlilik içindeydiler.
Musee de l’Homme’ un son sergilerinden birinin, Hepimiz akrabayiz, hepimliz farkliyiz seklindeki güzel basligini açiklamak gerekirse, biz birbirimize benzeriz ve hepimiz farkliyiz. Evt. Bunan yakinmak için ve bunun gizlenmesi için hiçbir neden yok.
Mavi gözlü mü kara gözlü mü, ince-uzun mu kisa mi, beyaz tenli mi siyah ya da esmer mi.. olmak daha iyidir? Herkesin, en azindan bir parça uygar oldugunu ileri süren herkesin hemfikir olacagi gibi, bunlar saçma sapan sorulardir. Ama zihinsel yeteneklerle, zekayla ve davranislarla ilgili sorunlara gelince, karisiklik genel bir hal alir. Bazilari, yetenek ve zeka farkliliklarinda genetik bir kökeni kabul etmekle insanliga karsi bir suç islediklerini düsüneceklerdir. Digerleri, genlerimizin bazi sorumluluklari oldugunu bahane ederek tüm güçleriyle herkesin zekasini kendi ölçütlerine göre ölçmek ve davranislarimizin tüm gizini hayvanlarda kesfetmek isteyeceklerdir.
Gerçekte bunlar nedir?
Örnegin zeka diye adlandirilan sey, dogal ya da insanin yarattigi çevrenin kavranmasini hedefleyen bir yetenekler mozayigidir. Bu yeteneklerin biresim mekanizmasi hiç süphesiz tükenmez olanaklara sahiptir. Bir zeka geni degil, ama daha çok her insanin zekasinin tek, karmasik ve dinamik düzenlenisini olusturan onbinlerce özellik temelindeki bir gen yigininin olmasi, gerçegi daha uygundur.
Akla uygun tek çikarsama bir zeka bulunmadigi, zekanin sayisiz biçimlerinin oldugudur.
Ortam burada fazlasiyla rol oynar.
Bazi halklar, digerleri tarafindan ayiricalikli kilinandan farkli zeka biçimleri gelistirmek zorunda kalabilirler. Bir grup insana yasamini Kalahari çölünde ya da Ekvator ormanlarinda sürdürmesi için gereken zeka, elbette New York ya da Paris’teki bir büroda çalismak için gereken zkanin esi degildir. Ayni zeka degildir; ama kesinlikle esdegeridir. Bosimanlarin ya da Pigmelerin gözünde bizler cahil kisileriz. Bosimanlarin birbirinden ince farklari olan ve sabah ya da aksam çiginin damitilabileçccegi bsayisiz bitkileri ayristirdiklari yerde, biz yalnizca çöl görürüz. Pigmeler ise, Joseph Conrad’in Karanligin Yüregi ’nden (Çev: Sinan Fisek, Iletisim Yay: 1994) baska bir sey görmedigi yerde, ormani kolayca okurlar.
Ama genetik çesitlilik ayni kültür içindeki bireyler arasinda da rol oynar. Zeka burada da,genetikçilerin polimorf diyecekleri gibi çok biçimlidir. Müzisyenin zekasi matematikçinin zekasiyla belli bir benzerlige sahip görünür;ama matematikçlerin ve müzisyenlerin kendileri çok çesitli mizaçlara sahiptiler. Ressamin zekasi yöneticinin, organizatörün, diplomatin, düzenbazin,filozofun, deneycinin,çalgi yapimcisinin,icatçiin, hatibin, egitimcinin vb zekalarindan baska ve sairinkiyle biraz benzerligi olabilen romancininkiyle ayni degildir. Digerlerinin zekasindan yararlanabilme zekasina da sahip olmak ve bu durumda, anlasilacagi üzere, en büyük çogulculugu savunmak mümkündür!
(Daniel Cohen, Umudun Genleri s:236-246...)
Bilim ve Çevre
Bilimin gelismesi ve onun teknolojik uygulamalari, doganin kirlenmesinde ve kirletilmesinde rol oynuyor.
Bu dogru.
" Diger taraftan bilim adamlari da bilmeceleri yanitlayarak ise baslarlar, ondan sonra da ya küçük parmaklarini ya da tüm dünyayi havaya uçurabilecek deneylere girisirler. Bilim daha sorumlu bir biçimde davranmak zorunda degil midir?
Bu sorunun yaniti açiktir: bilim tümüyle ahlak disi ve tümüyle sorumsuzdur. Bilim adamlari, gerçi davranislarinda kendi ahlak kurallari ve sorumluluk duygulari (ya da bunlarin yoklugu ) tarafindan yönlendirilirler ama sonuçta kendilerini bilimin temsilcileri degil, insan olarak görür ve buna uygun bir davranis biçimi gösterirler. Örnegin bir zamanlar D o g a adini verdigimiz seyi bugün Çevre' ye indirgemis bulunuyoruz ve yakinda belki de Çöplük olarak adlandirmamiz gerekecektir. Peki bu bilimin suçu mu?
Dogru, bilim doganin ölümüne yolacan kosullarin ortaya çikmasinda rol oynayabilir, ama unutmayalim ki dogayi yasatacak çözümler de yine bilimin elindedir. Bilim, bize ancak çevrenin korunmasi ya da kirliligin önlenmesi için gereken önlemleri saglayabilir- karar insanlarindir. Bilim, sorulari ( en azindan bazi sorulari) yanitlar, ama karar alamaz. Kararlari (ya da en azindan bazi kararlari ) ancak insanlar alabilir."
(Raslanti ve Kaos s: 162-163)
D. Ruelle, bilimin bu savunmasini son derece belirsiz ve karamsar bir yorumla bitiriyor: " Ama fiziksel ve kültürel çevremize vermekte oldugumuz zararlara karsin varligimizi sürdürmeyi basarabilecek miyiz? Iste bunu bilmiyoruz. Geçmiste oldugu gibi bugün de insanligin gelecegini kestirebilme olanagina sahip degiliz ve daha güzel bir gelecege mi yoksa önüne geçilemez bir sona mi yaklasmakta oldugumuzu bilmiyoruz" (s:163) Bu görüsler elestirilmeye deger.
Isçilerin tulumlari beyazdi; ellerinde soguk, kadavra rengi kauçuk eldivenler vardi. Isik donuktu, ölüydü: Bir hayalet sanki!.. Yalniz mikroskoplarin sari borularindan zengin ve canli bir öz akiyor, bir bastan bir basa uzanan çalisma masalarinin üzerinde tatli çizgiler yaratarak, parlatilmis tüpler boyunca tereyag gibi yayiliyordu. "Bu da" dedi Müdür kapiyi açarak, "döllenme odasi iste..." Dogal olarak, ilkin döllenmenin cerrahliga dayanan baslangicindan söz etti, derken "Toplum ugruna seve seve katlanilan bir ameliyattir bu" dedi, "alti maaslik ikramiyesi de caba... Bir yumurta bir ogulcuk, bir ergin; bu normal...
Oysa, Bokanovskilenmis bir yumurta tomurcuk açar, ürer bölünür. Es ikizler yalniz insanlarin dogurdugu o eski zamanlardaki gibi yumurtanin bazen rastlantiyla bölünmesinden olusan ikiz, üçüz parçalari degil, düzinelerle yirmiser, yirmiser." Müdür "yirmiser" diyerek sanki büyük bir bagista bulunuyormus gibi kollarini iki yana açti; "yirmisi birden!.." Ama ögrencilerden biri bunun yararinin ne oldugunu sormak gibi bir sersemlikte bulundu. "Ilahi yavrucugum!" Müdür oldugu yerde ona dönüvermisti. "Görmüyor musun? Görmüyor musun, kuzum?" Bir elini kaldirdi; heybetli bir durusa geçmisti. "Bokanovski süreci toplumsal dengenin en basta gelen araçlarindan biridir! Milyonlarca es ikiz; toptan üretim ilkesinin sonunda biyolojiye uygulanmis olmasi..."
YUKARIDAKI PARÇA, Aldous Huxley’in 1930’larda yazdigi, geçtigimiz ay bilim gündemini birdenbire fetheden "koyun kopyalama" deneyine deginen haberlerde sikça gönderme yapilan, Brave New World (Cesur Yeni Dünya) romaninin girisinden kisaltilarak alinmis bir bölüm. Huxley, olumsuz bir ütopya (distopya) niteligi tasiyan romaninda, Alfa, Beta, Gama, Delta ve Epsilon adlariyla, kendi içinde genetik özdeslerden olusan bes farkli sinifa bölünmüs bir toplum tablosu çiziyor. Özdes vatandaslarin üretildigi bu hayali "Bokanovski Süreci", çagdas anlamiyla klonlama (veya genetik kopyalama) olmasa da, sürecin yolaçtigi etik (ahlaki) ve toplumbilimsel kaygilar, sekiz ay önce Iskoçya’da gerçeklestirilen ve geçtigimiz ay kamuoyuna duyurulan gelismelerin dogurduklarina denk düsüyor. Simdi herkesin tartistigi, son gelismelerin insanlik için daha insanca bir dönemin mi yoksa, hizla gerçege dönüsen korkunç bir distopyanin mi kapisini araladigi.
Subat ayinin 22’sinden itibaren, Iskoçya’nin Edinburg kentinde, biyoteknoloji alaninda tuhaf bir gelisme kaydedildigi, "Dünyanin sonu", "Frankenstein" gibi ifadeleri de içeren dedikodularla birlikte etrafta konu olmaya basladi. Bilim çevreleri de basin da saskindi, çünkü, seçkin yazarlarin ve bazi bilim adamlarinin birkaç gündür zaten haberdar olduklari ve konuyu "patlatmayi" bekledikleri bu gelisme, bir biçimde basina sizmis, dilden dile dolasmaya baslamisti bile. Normalde pek de ciddiye alinmayacak böyle bir "dedikodunun" bu denli yayilabilmesi, isin içine çesitli dallarda makalelere yer veren saygin bilimsel dergi Nature’in adinin karismasiyla olmustu. Gerçekten de Nature, dedikodu niteligini fersah fersah asan bir bilimsel gelismeyle ilgili bir makaleyi 27 Subat’ta yayinlayacagini bilim yazarlarina duyurmus ve bu tarihe kadar "ambargolu" olan bir basin bülteni dagitmisti. Bati ülkelerinde yazarlar normal olarak bu ambargolara uyar, hazirladiklari yazilari, ambargonun bittigi tarihte, ayni anda yayina verirler. Ancak, aralarinda ünlü The Observer’in da bulundugu bazi dergi ve gazeteler ambargoyu çoktan delmis, konuyu kamuoyuna duyurmustu bile. Haberin, kaynagi olan Nature ve ambargoya saygi gösteren çogu nitelikli dergi ve gazetede yer almamasi da, dedikodu trafigini artirmis, ortaya atilan spekülasyonlarla beklenenden fazla ilgi toplanabilmisti.
Hatta, Mart ayinin baslarinda, koyun klonlama haberinin yarattigi ilgi ortamini degerlendirmek isteyen bazi haberciler, ayni yöntemle Oregon Primat Arastirmalari Merkezi’nde maymunlarin klonlandigini öne sürdüler. Oysa, Oregon’da gerçeklestirilen, embriyo hücrelerinin oldukça siradan bir yöntemle çogaltilmasiyla yapilmis bir deneydi. Klonlama, yetiskin bir canlidan alinan herhangi bir somatik (bedene ait) hücrenin kullanilmasiyla canlinin genetik ikizinin yaratilmasini açiklamakta. Kavramsal temelleri çoktandir hazir olan bu islemin uygulamada gerçeklestirilemeyecegi düsünülüyordu.
Edinburg’daki Roslin Enstitüsünden Dr. Wilmut ve ekibi bunu basarmis gibi görünüyor. "Ben bu filmi daha önce seyretmistim!" diyenleri rahatlatmak için hemen belirtelim ki, ayni ekip 1995 yilinda embriyo hücrelerini kullanarak yine ikiz koyunlar üretmis ve bunu duyuran makaleyi yine Nature dergisinde yayimlatmisti. Bu deney de basina yansimis, ancak, son gelismeler kadar yanki uyandirmamisti. Ne de olsa bu yöntem, döllenmis yumurtanin kazayla bölünüp tek yumurta ikizlerine yol açtigi bildik süreçlerden farksizdi. Siklikla unutuldugu için tekrarlamakta yarar var ki, Wilmut’un son basarisinin önemi, ise somatik bir hücrenin çekirdegiyle baslamasinda yatiyor. Bu basarinin ortaklarini anarken PPL Tibbi Arastirmalar sirketini de atlamamak gerek. Borsalarda tirmanisa geçen hisseleriyle gelismenin meyvelerini simdiden yemeye baslayan PPL, projenin hem amaçlarini belirleyerek hem de maddi olanaklari yaratarak kuzu Dolly’nin varliginin temel sebebi olmus.
Dr. Wilmut’un gerçeklestirdigi basari söyle özetlenebilir: Yetiskin bir koyundan alinan somatik bir hücrenin çekirdegini dahice bir yöntemle, baska bir koyuna ait, çekirdegi alinmis bir yumurtaya yerlestirmek ve bilinen "tüp bebek" yöntemiyle yeni bir koyuna yasam vermek. Adini, ünlü sarkici Dolly Parton’dan alan kuzu Dolly, isim annesinin degilse de, DNA annesinin genetik ikizi. Dolly, sevimli görünüsüyle kamuoyunun sempatisini kazanmis ve tüm bu süreç ilginç bir bilimsel oyun olarak sunulmussa da gerçekte deney oldukça iyi belirlenmis bilimsel ve maddi hedefleri olan, sogukkanli bir süreç. Zaten Dolly’nin arastirmacilar arasindaki adi da en az varligi kadar "sogukkanlica" seçilmis: 6LL3... PPL’in idari sorumlusu Dr. Ron James, sirket sirlarini kaybetme kaygisiyla maddi hedeflerini pek açiga vurmamakla birlikte, hemofili hastalari için koyunlara insan kani pihtilasma faktörü ürettirmeyi de içeren pek çok önemli ticari hedefin ipuçlarini veriyor.
PPL ve Roslin Enstitüsü’nün çalismalari, geçmisi çok eskilere dayanan ve önemli gelismelerin kaydedildigi bir alan olan transjenik (gen aktarilmasiyla ilgili) arastirmalarin bir üst asamaya, nükleer transfer (çekirdek aktarilmasi) evresine dogru ilerletilmesinden baska birsey degil. Yillardir basariyla sürdürülen transjenik çalismalarda tek boynuzlu keçi, üç bacakli tavuk gibi görünüste çarpici, yarari kisitli çalismalarin yani sira, insan proteinlerinin hayvanlara ürettirilmesi gibi, modern tip için çigir açici sayilabilecek basarilar kaydedildi. Son gelismelere imzasini atan ekip, daha önce insan bünyesince üretilen molekülleri gen transferi yöntemiyle bir koyuna ürettirmeyi basarmisti. Söz konusu deneyde gerek duyulan moleküllerin koyunun tüm hücrelerinde degil, sadece süt bezlerinde sentezlenmesinin saglanmasi, koyunun "ilaç fabrikasi" olarak degerlendirilmesini beraberinde getiriyordu. Dolly basarisinin en önemli potansiyel yarari da bununla ilgili zaten.
Gen transferi yöntemiyle, istediginiz maddeyi sentezleyebilen bir canliya sahip oldugunuzda, madde verimini artirmak üzere ayni süreci zaman ve para harcayarak yinelemeye çabalamak yerine elinizdeki canlinin genetik ikizlerini yaratabilirseniz, ticari deger arz edebilecek miktarda ilaç hammaddesi üretimine geçebilirsiniz. Elinizde birkaç on tane genetik özdes canli biriktikten sonra, bu küçük sürüyü dogal yollardan üremeye birakacak olursaniz, hem "yatiriminiz" kendi kendine büyüyecek, hem de genetik çesitlilik yeniden olusmaya baslayacagindan, tek bir virüs tipinin tüm "fabrikayi" yok etmesinin önünü alacaksiniz demektir.
Performans Ödevi Kapakları
Beğendiğiniz Ödev Kapaklarını resimlerin altlarındaki İNDİR 'e tıklayarak bilgisayarınıza indirebilirsiniz. İndirdiğiniz word sayfalarında gerekli değişiklikleri yapıp, renkli çıktılarını alarak ödevlerinizde kullanabilirsiniz... İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR İNDİR . İNDİR İNDİR (alıntıdır)
0 Yorumlar